Hastane polikliniği önünde oturup, kapının üzerindeki ekrandan kendi adının akışına bakarken, içten duygularla ve yüksek sesle Başbakan Erdoğan’a dua eden teyzeye sormadan edemedim:
“ Başbakan’ı çok mu seviyorsun, teyzeciğim?”
Başörtüsünü düzeltti ve sanki saatlerce konuşmaya hazırlanıyormuş gibi bir duruşla bana cevap verdi:
“Ahh evladım, ah! Nasıl sevmeyeyim Başbakan’ımızı? Gençliğim şu hastane koridorlarında sürünerek ve kavga ederek geçti. Geçti de bir sonuç alabildim mi? Hayır! Şimdi şu karşımdaki ekrandan adımın aktığını gördükçe hayalde miyim acaba diyor ve şaşırıyorum. Herkes rahat ve hakkına razı, kavga gürültü yok. İstediğim doktoru seçme hakkım var, hem de randevuyu torunum evde alıyor ve burada beklemeden muayene oluyorum. Eskiden neler gördüm bu koridorlarda ben, neler! Kavgalar, gürültüler; sağlam gelip de burada yaralananlar, sinir sistemlerim bozulurdu hastanede. Çok sıkışmadıkça hastaneye gelmezdim; çünkü buralarda bela kaynıyordu.”
Teyzenin daha çok söyleyecek sözü vardı, ama benim zamanım yoktu, ayrıldım yanından. Evet, eski sağlık sistemi ile bugünü kıyasladığımızda, aradaki korkunç uçurumların varlığını herkes görüyor. Aile hekimliği, sanki Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin tekelindeymiş gibi, dönemin yöneticileri bu konuyu zaten hiç gündemlerine almadılar. Galiba bu durum biraz da ufuk meselesi.
Berberde traş oluyorum, yandaki koltukta oturan genç müşteri konuşuyor:
“ İnanamadım, hayal gibi sanki! Üsküdar’dan bindim, Sirkeci’ye tam dört dakikada geçtim! Olmaz, olamaz böyle bir şey! Babam … partisinden, ama elimi kesseler oyumu Başbakan’a vereceğim. Zamanımızı bereketlendirdi ve çağdaş bir yaşamı ayağımızın altına getirdi.” Marmaray’ı överek bitiremiyordu.
Yanındaki koltukta oturan bir başka müşteri söze karıştı:
“ Katılıyorum, arkadaşın söylediklerine. İşim gereği Anadolu’yu dolaşıyorum; yollar duble, istediğiniz yere zamanında ve rahatlıkla varıyorsunuz. Azizim, Anadolu’nun hangi kasabasına gittimse, inanın araba koyacak yer bulamadım, her yer son model arabalarla tıklım tıklım dolu, park edecek yer bulamıyorsunuz.
Bir yakınıma misafirliğe gitmiştim; bir saatliğine sular kesilmişti ve evi sanki bir telaş sarmıştı, ne olacak halimiz, der gibi. Evin reisi, geçmiş günleri hatırladı ve söze karıştı:
“Gençler bilmiyor geçmiş günlerin tufanını; İstanbul’da su mu akıyordu? Haftada bir, gece yarılarında bir saat ya akardı, ya akmazdı. Mahalleye gelen su tankerlerinden su almak için cengâver olmak gerekiyordu; kavga, gürültü içinde debelenmek hepimizi bıktırmıştı yaşamaktan. Doksan dörtte Tayyip Bey imdadımıza yetişmeseydi, halimiz duman olmuştu adeta. Ya çöp yığınlarından sokak ve caddelerimizin iğrençliğine ne demeliydi; pis kokudan dışarı çıkamazdık, pencerelerimizi açamazdık.”
Bunlara benzer birçok olayla karşılaşmak her zaman mümkün. Halk, elbette ülkesi için yapılan hizmetleri görür ve değerlendirir; ama onun asıl değerlendirdiği ve önemsediği şey, evinin içindeki ve hayatındaki değişikliktir. “IMF’ye borcumuzu bitirdik.” müjdesi onu sevindirir, milli bir gurura da kapılmasına vesile olur, ama evinin içine bu yansımıyorsa, pek iyimser bir sonuç çıkmaz bundan. Hem uluslar arası olumlu değişiklik, hem ulusal kalkınma ve hem de hane halkına düşen paylarda bir adalet ve gelişme gözükürse, işte o zaman “yüzde elliler” hep dipdiri durur.
Bütün bunların yanında, liderin duruşu elbette çok önemli bir yer tutar. Bugüne kadar görülmüş müdür; bir teyze, bir nine, bir dede, bir çocuk… Başbakan’ın boynuna sarılıyor, onu kucaklıyor ve ağlıyor!.. Bunun maddi bir izahı yok; bunun sosyolojik bir uzantısı da yok; belki psikolojik bir yorum getirilebilir, ama halkın ferasetini demleyen bir lider duruşunu da unutmamak gerekir, diye düşünüyorum.
Halkının gönlünde “emin” ve “klas duruş” vasfıyla yer etmiş bir liderin, halkına rağmen iş tutabilmesi, ters işlerin içine girebilmesi, entrikalar çevirebilmesi mümkün değildir. Hiçbir siyasi ve maddi menfaat, milyonların kalbinde ölme acısını dindiremez ve hiçbir lider de bu anaforun içine giremez. İnsan, toplumun kalbinden kendini yalıtarak yaşam süremez ve bu yaşama da katlanamaz; çünkü bu, insan fıtratına aykırıdır. Bütün bunları, kendilerine “entelektüel” denilen insanlar, maalesef, pek anlayamaz da halkın feraseti yanılmadan yoluna devam eder.
İşin bir de tarihi ve manevi bir boyutu vardır, görene. Nedir o? Zaman yükselme zamanı ve mevsim bahardır. Birileri, etrafa pislik saçabilir, pislik bulaştırabilir, ama mevsim bahar olduğu için bu pislikler de işe yarar, hem de çok! Toprağa düşer ve ağaçlara yem olur, baharı coşturur. Biraz daha bekleyin, yaz geldiğinde meyveleri yemekten doymayacak, sebzeler de sofranızın bereketi olacaktır. Küfelerinde pisliklerle dolaşanların, pisliklerinin gübreye dönüştüğünü ve onlardan gıdalar çıktığını gördüklerinde, onlar da sevinecektir. Tezviratlarının karşılığını meyve olarak aldıklarında, hepsi olmasa da, birçoğu, yaptıklarına utanacaklar, tövbe edeceklerdir; çükü zaman bir anne şefkatiyle kollarını açmış beklemektedir.