Unutamadıklarınız hem sosyal hem de ruhsal elbiselerinizdir 

D. Ali TAŞÇI

 

                Yahya Kemal “vatan” kavramını şöyle dillendirir:

            “ Bir iklimin manzarası, mimârisi ve halkı arasında hâlis ve tam bir ahenk/uyum varsa, orada, gözlere bir vatan tablosu görünür.” ( Y. Kemal, Aziz İstanbul, s. 75)

            “ Bazı semtlerde ruh eser.” diyor, Batılı bir yazar da.

            “Vatan” kavramının felsefik boyutundan söz etmeyeceğim. Ama hepimizin burnunun direğini sızlatan bir çocukluk dünyamız, gençlik hatıralarımız; oynayıp zıpladığımız o muazzam mekânlar, sevdiklerimizle güzellikleri, mutlulukları, acıları paylaştığımız topraklar yok mudur? Ne kadar acılarla dolu da olsa, çocukluğumuzun geçtiği yerleri gördüğümüzde hangimizin hıçkırıkları boğazında düğümlenmez?

            Ortak duyguların akıp gitmediği yerde vatan denizi susuz kalabilir. Ezan sesini çocukluğundan itibaren duyan herkes “kültürel müslüman”dır. Çocukluğunuzda lahuti bir sesle ezan dolmuşsa kulağınıza, siz ateist de olsanız, rüyalarınızda ezanın o ruhları kuşatıcı sesine mağlup olursunuz. Şaka mıydı bilmiyorum, Türkiye’deki ateist dernek mensupları bir iftar yemeği düzenlemişler! Hiç yadırgamadım. Kültür, insanlık kodudur, sonradan değiştirilemez. Kültür, unutamadığınızdır.

            Şimdi gelelim “manzara, mimari ve halk” arasındaki uyuma.

            Bir şehre veya bir beldeye girdiğinizde, orada kendinizi yabancı hissediyorsanız, sizin ruh dünyanıza o şehir veya belde hitap etmiyor demektir. Yani orada ruhunuzu kalıba dökemiyorsunuz. Bu durumda oradaki gelişmeler, yapılanmalar veya başka şeyler size bir şey söylemez, yabancı kalırsınız.

            Bir Müslüman kimlik düşünelim; geçtiği caddelerde, sokaklarda ezan sesi kulaklarına dolmuyorsa, onun o beldeyle uyum içinde olması nasıl mümkün olsun? Zaman zaman bazı semt sakinlerinden ezan sesine karşı dirençli sözler medyaya yansıyor. Kendine göre pek haksız da sayılmaz; çünkü o başka seslerle büyümüş ve ruhunu doldurmuştur. Onun duygularıyla senin duyguların ortak değildir.

            Mimari ise, bir şehrin tam da kimliğidir. Sizin medeniyetinizden, kültürünüzden izler taşımıyorsa, orasıyla uyum içinde olamazsınız. Bir Müslüman’ın evine girdiğinizde, İslam şeklen ve ruhen o evde sizi selamlamıyorsa, orada yaşayan Müslümanların ruh halleri darmadağınıktır; çünkü o evde ruh ve eşya çatışma halindedir.

            Şimdi kısaca ülkemize gelelim:

            Neremiz bize benziyor? Eski mimariyi bir tarafa koyarsak, yeni oluşumlardaki yerimizde ruhumuz rahat mıdır? İstanbul’daki selâtin /sultanlar camilerine bakınız; hepsi dört yol ağzında kurulmuş; çünkü hayat namazla başlayıp namazla bitiyor.

            Bir şehrin kimliğini öğrenmek istiyorsanız en görkemli binalarına, caddelerine bakınız; buralarda neler var? Bankalar! Veya bunların doğurduğu çocuklar! Artık hayat parayla başlayıp parayla bitiyor ve insan adeta paranın kulu / kölesi durumunda.

            Evet, bazı semtlerde ruh eser de bazılarında kin, nefret, ruh yarılması caddelerden katran gibi akıp durur. Sonra devlet erkânı çıkar da buralarda düzeni sağlamaya çalışır!

            İbn Arabi der ki: “ Tıp, vücutta dengeyi sağlama sanatıdır.” Dengesiz bir vücut çökmüştür. Bir toplumda maddi değil yalnız, kültürel, medeni ortak paydalar kalmamışsa, orada oluşacak düşmanlık tohumları sadece kan üretir, dengeler alt üst olur.

            Evinin içinde ruhuyla yabancılaşan bireyler, sokaklarda, caddelerde travma yaşamakla kalmıyor, bir de içinde bulunduğu halkın bencilleştiğini gördükçe ve yaşadıkça kendisi de kimliğinden oluyor.

            Mutluluk mu? Ruhuyla tanışamayan insanların rüyalarına bile girmez!

                           D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci