27 Mayıs 1960 darbesi olduğu zaman beş yaşındaydım. Mahallemizin bir evinde bataryalı bir radyo vardı ve herkes radyonun başına “ajans” dinlemek için toplanmış bekliyordu. Arada bir de Menderes’in ismi dillendiriliyor ve “asarlar, asarlar” denilerek üzüntüler dile getiriliyordu. Bir de Albay Türkeş’in “ Sevgili vatandaşlarım!” diye tok sesiyle yaptığı anonsları hatırlar gibiyim.
12 Mart 1971 Muhtırası’nda lise ikinci sınıf öğrencisiydim ve olayları oldukça iyi hatırlıyorum. Demirel’in şapkasını alıp gitmesi ve ardından CHP’li Nihat Erim’in Başbakan olması, muhtıracıların “Cumhuriyet’i koruma ve kollama” niyetinde olduklarını gösteriyordu. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılması, Kızıldere olayları, daha sonra Nihat Erim’in vurulması. Ülke Başbakan tutmuyordu; Nihat Erim’den sonra Ferit Melen ve Naim Talu da Başbakan olmuşlardı. Bugün onları hatırlayan yok. Hak’tan ve halktan güç almayan hiçbir insan veya zümre hatırlanmaz; çünkü gönül dostu değil onlar. Gönüllerde yurt edinemeyenler, geleceğe koşamazlar.
12 Eylül 1980 darbesi, ülkedeki sağ- sol kavgasının sonucu gibi geldi, her iki taraftan da idamlar oldu; “denge sağlanıyor”du.
28 Şubat 1997 ise, Türkiye’deki muhafazakârlara kan kusturan bir darbeydi ve “Müslümanım “diyenlerin neredeyse nefes alması yasaklanıyordu.
Ardından “e muhtıra”lar sökün etti.
Ve geldik 15 Temmuz 2016 FETÖ ihanetine!
Altmış bir senelik hayatıma bakıyorum da her anını sanki darbelerle geçirmişiz düşüncesi bende hâkim konumda. Darbeleri zincir yaptığınızda Cumhuriyet tarihine “darbeler tarihi” de diyebiliriz. Osmanlı’da darbe yok muydu? 31 Mart olaylarından yeniçeri ayaklanmalarına, Babailer isyanından, Şeyh Bedreddin’e kadar orda da darbeler, isyanlar vardı; fakat bunların çoğu “Kol kırılır, yen içinde kalır.” cinstendi ve iktidar kavgasından öteye pek geçmiyordu. Sultan Vahdettin ve ailesinin, son Halife Abdülmecid Efendi ve ailesinin apar topar, kırk sekiz saat içinde ülkelerinden kovulmalarına ne demeli? Kim bilir, belki de Cumhuriyet tarihi içindeki darbeler, sıkıntılar; Osmanoğulları’nın ah’ının sonucuydu! “ Alma mazlumun ahını, çıkar aheste, aheste.” demiş ya atalarımız.
Halkın dilinde, ülkemizde yapılan darbelerin mutlak manada dış bağlantılı olduğu söylenir ve herkes de buna inanır. Neden? Derin tarihle ilgili olan bu durumu yazmaya gücümüz yetmez ki! Darbe, sadece iktidarları indirmez, halkın hür düşüncesini de vurur. Özgür düşüncenin olmadığı yerde hakikat ortaya nasıl çıksın?
Özgür düşünce tek başına işe yaramaz; ona bir alan, bahçe açmadan ürün veremez. Bir bahçe, bahçıvan ve çeşit çeşit tohumlar… Bahçıvan istediği ürünü bu bahçeye eker, halk beğendiği meyveyi seçip yer ve beğenilen meyveler daha çok o bahçede yer tutar. Fakat bir harami grup gelir de gece baskınıyla bahçeyi dağıtarak, illa bu meyveleri ben ekerim bu bahçeye, derse, işte buna darbe denir ve halkın beğenmediği meyveler halka zorla yedirilir. Uzun vadede bu bahçe kurumak zorundadır, çünkü halk o meyveye rağbet etmemiştir. Olsun, zamanına göre darbe ne güne duruyor; o gün gelir ve bir başka darbeyle meyve tohumu değişir, ama halk yine de bu meyveye itibar etmez. Çünkü darbeciler, bahçenin yapısına ve halkın tadına göre tohum ekmiyor, kendi çıkarları veya uluslar arası çıkarlar uğruna halka zulmediyorlar. Bu nedenle her darbe zulümdür.
FETÖ darbesinin durumu biraz değişik.
Bu, bir darbeden çok, ülkeyi, birileri adına işgal girişimidir. Darbeyi planlayanlar, daha önceki darbecilerin tohumlarından yeşeren zakkumları halkın beğenmediğinin farkına vardılar. Bunu değiştirmenin zamanının geldiğine hükmettiler ve uzun zaman önce, zakkumu değiştirmeden, bahçıvanı değiştirme fikrini öne çıkardılar. Bahçıvan, halkın içinden biri olmalıydı. Halkla birlikte büyümeli, onunla türkü söylemeli, onun inançlarını paylaşmalı; halk ağladıkça o sümüklerine bulanmalı, yaşantısı halk gibi olmalıydı. Yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarıya doğru yol almalıydı. Yani halkla paralel gitmeliydi ki, kalabalıkları kandırmak daha kolay olsundu.
Bu amaçla toprağa yine zakkum ektiler, fakat bunu halktan biriyle yaptılar. Tohumun yukarıya doğru çıkması için de teknolojiye önem verdiler. Bu durum halkın hoşuna gitti ve yeni bir model olduğuna inandı, inandırıldı. Halk bir biçimde inanmak zorundaydı; çünkü manevi açlıkla baş başaydı: İnançları darmadağın edilmiş, değerleri yok sayılmış, hor görülmüştü. Üstelik dünyaya hitap eden bir “güzel” yüzü de vardı bunun; asıl kara suratını göstermiyordu.
Yaklaşık kırk yıl zakkumu demlediler ve 15 Temmuz’da bu acı ve zehirli zakkum çayını, halka zorla içirmeye kalkıştılar. Ne var ki, bu zakkumun acı ve zehirli olduğunu bilen ve halkının yüz yıldan fazla bu zehirle kavrulduğunu gören bir “Reis” vardı bu halkın başında ve o haykırdı, korkusuzca:
“ Ey halkım, direniyoruz! Bu çapulculara, bu vatan hainlerine bu aziz vatanı ve milleti emanet etmeyeceğiz! Herkesi sokağa ve direnişe davet ediyorum!”
Bu ses başka bir sesti. Şapkasını alıp kaçmamış, inancı, vatanı ve milleti uğruna canını ortaya koymuş bu sese millet hemen karşılık vermişti. Kimisi evine yeni gelmiş, yemeğe oturmuşken, kimi namaz kılarken, kimi de daha eve gitmeden, çocuklarını koklayamadan, kovandan boşalan arılar gibi, sokağa döküldü millet! Çanakkale ruhuyla ve silahsız bir biçimde tankların üzerine atladı, önüne yattı. Uçaklardan atılan bombaları ve helikopterden yağmur gibi yağan mermileri adeta eliyle tutar gibi göğsünü siper etti; şehit oldu, gaziliğe ulaştı. Millet, sokaklarda destan yazıyordu. Tarihin kırılma ve kendi öz medeniyetiyle buluşma anıydı bu! Bir asırdan fazla bir zamandır yatağında akmayan sular, yatağını bulmanın coşkusunu ve sevincini yaşıyordu. Uzun zamandır kuruyan bahçeler yeşerecek ve bol bol ürün verecekti.
Anadolu işte böyle ayaklanırdı ve vatan hainlerine böyle ders verirdi. Kırk yıllık hazırlık, yirmi dört saatte tuzla buz olmuştu. Gece boyunca ezanlar kapladı gökyüzünü, salalar coşturdu insan maneviyatını. Her darbe sonrasında ezanlar susturulur veya susturulmak için uğraşılırdı; ama bu sefer ezanlar, darbeyi susturmuştu. Tarihinde ilk defa millet galip gelmişti; darbeye, çetelere karşı.
“ Eşek içerse zırlar / Köpek içerse hırlar
Kedi içerse tırmalar / İnsanlaradır rakı.”
Diyen zihniyet evlerinde, meyhanelerde “entelektüel sohbet”lerle demlenirken, alnının terini katık edinenler şehadete koştular ve hakları olan şehadeti aldılar, toprakları yeniden vatan yaptılar. Şehadet, sadece onu hak edenlere verilirdi; işte bu gerçekleşmiş oluyordu. Vatan, ruhunuzu kalıba dökebildiğiniz yerin adıdır. Şehitler, ruhlarını kalıba döktükleri için bu topraklar vatanımız oldu. Bu durum bir kere daha tazeleniyordu.
“ Bu gençlerden bir şey olmaz.” sözünü ben de zaman zaman dillendirirdim. Şimdi bu gençlerden özür diliyorum; çünkü “15 Temmuz” bu düşüncemizi yerle bir etti. Bu gençlerin her biri birer vatan imiş de haberimiz yoktu. Vatanın bağrında birer tapu gibi sıralandılar ve gelecek nesillere güzel bir emanet bıraktılar. Demek ki bahçeye zakkum ekenler yokmuş sadece, geceleyin teheccüde kalkar gibi bahçeye koşup, gözyaşlarıyla halis Anadolu tohumu ekenler de varmış!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci