Toplumların değişmesiyle bireylerin de değişime uğradığı bir gerçektir. Zamanın algısı herkesi kuşatacak kadar geniştir. Değişen zamana direnmek boşuna bir çabadır; çünkü insan yaşadığı zamanın ürünüdür. Ancak değişen zamanı, bireysel ve toplumsal olarak, doğru yola kanalize etmek, yatağında akıtmak mümkündür.
Sultan Abdülmecit, ölüm döşeğindeki karısını, özel doktoru Spitzer’e ancak yüzü örtülü olarak gösterecek kadar efkâr-ı umumiyenin (kamunun, halkın) tenkidinden çekinen biriydi. Ancak devran değişime uğradığında aynı Abdülmecid, Dolmabahçe Sarayı’nın yanı başında küçük bir tiyatro yaptırmaktan çekinmediği, Avrupalı ustaların idaresi altında bir saray orkestrası kurduğu ve saray kadınlarına alaturka teganni ve sazın yanı başında, Batı musikisi öğretildiği, küçük balet ve dans grupları oluşturduğu da bir gerçektir.
Dün, televizyonu evine sokmamak için çocuklarıyla adeta savaşan “dindar”lar, bugün evlerine en pahalı televizyon almakta yarışır duruma geldiler.
Dün, yaşadığı köyde kızının veya eşinin başörtüsüne yan bakana silah çekenler, bugün şehirde, kızı ve eşiyle birlikte plaja gitmekten ve onların bikinili hallerinden “onur” duyar oldular.
Bu örnekler çoktur. Bu insanlar önceki durumlarında “dindar” da sonra mı bu duruma geldiler? Aslında halkın çoğunluğu zamanın ve zeminin çocuğudur; dönemin algısı ne ise, önceki algısı doğrultusunda biraz direnir ve fakat sonunda zamanın algısına teslim olmaktan başka da bir çare bulamaz. Güçlü insanlar zamanı kendi inançları doğrultusuna çekebilirler. İnsan fıtratına aykırı bir düzen oluşturanlar, bu kaos düzeninde bozulan insanların da sorumluluğu onların üzerindedir.
Her teknolojik gelişme, yeni bir hayat algısını da beraberinde getirir; teknolojiyi kuranın fikir ve inanç dünyası hayata hâkim olur. Bir toplumu ayakta tutmak için fikri dinamikleri ve heyecanları canlı tutmak gerekir. Heyecan, toplumun mükellef bir kahvaltısıdır; onsuz hayata açılırsa enerjisinden kaybeder.
Toplumları ayakta tutan savaşlar ve heyecanlardır. Gençler heyecanın ana merkezi olduğundan, devlet, gençlerin dünyasında kendi kadim değerleri üzerinde bir heyecan yaratamazsa, zihnen o gençler, heyecan yaratan başka devlet- milletlere ve inançlara doğru kaymaya başlar. Çağımızın görünen en heyecan verici şeyi teknolojidir belki, ama diken tarlasına düşenlerin, uzaktan da olsa bir gülü görmeleri onları heyecanlandırmaz mı? Milli iktidarlar, bu gül bahçelerini daha bir korusunlar, daha iyi sulasınlar; çünkü diken tarlaları hizmetsiz diken büyütür de, gül bahçesi sulanmadan, hizmet görmeden gülünü açmaz ve kokusunu saçmaz!
Tanzimat, bu toplumun Batı’ya açılan heyecanıdır. O kanal açılalı beri, evin içinde Batı rüzgârı hiç eksik olmadı ve kendi ürettiğimiz eşyaları evimizin içinde kuramadık; çünkü o rüzgâr buna izin vermedi. Bugün “yerli ve milli” bir ev görüntüsü veremiyorsak, “kahrol düşman” mantığıyla bunu düzeltmemiz pek mümkün görünmemektedir. Evin kapısını kapatacak kol gücümüz yok muydu?
Dr. Rıza Nur, tıbbiyede okurken, okul binasına İngiliz bayrağını çektiklerinden söz eder; çünkü heyecan oradan gelmekteydi!
Din, aksiyon halindeyken bir heyecan yarattığından, hayata hâkimdir. Reaksiyon konumuna düşürülünce kavgacı bir üslûp geliştirir. Arabesk, kavga dönemlerinin ara müziğidir. Bunun gibi ara nağmeler/ söylemler hep bu dönemin hormonlu veya mayasız ürünleridir. Dinde ifrat çıkışları bu dönemin kaçınılmaz olgularıdır.
Siz gençlerinize milli bir ruhla heyecan vermezseniz, ardından heyecan veren ülkelere niçin gidiyorlar diye bağırmanızın hiçbir anlamı olmaz.
Şahsiyetini inşa edememiş insanların iktidarında, küçük depremler, büyük hasara yol açar. Tanzimat’tan sonra her sallanış, ülkede büyük hasarların oluşmasına neden oldu.
Tanzimat sonrasında bir tereddüt (kararsızlık) edebiyatı gündemi sarsarken, ardından bir teceddüt ( yenilenme) edebiyatı orta yere oturdu. Bu “yenilenme” evrensel bir yenilenme değil, Batı’nın eskittiğini “yeni” olarak almaktı. Edebiyatta, sanatta, ekonomide, kültürde, teknolojide ve hayatın her safhasında olduğu gibi; savunma sanayiinde biz düne kadar Batı’nın artıklarını kullanmadık mı, büyük bir heyecanla!
İnançları sarsılmış aydın ve toplum, elektrik akımına tutulmuş insana benzer: Titrer! Batı akımına kapılmış aydınlarımız titrek ruhla orijinal sanat yapacaklarını sandılar. Oysa titreyen eldeki fırçayla iyi resim yapılamayacağı gibi, titreyen ruhla da medeniyete talip sanat yapılamaz.
Ya kendimiz olacağız ya da köle olacağız!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci