“Yalancı dünyaya konup göçenler,
Ne söylerler, ne bir haber verirler;
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler, ne bir haber verirler.” (Yunus Emre)
Hayatın biricik gerçeği ölümdür; çünkü her canlı onunla mutlaka karşılaşacaktır. O, sevgilileri ayıran, sözü yarıda kesen, işi tam ortasında bıraktırandır.
Ölümden söz edilince, hüzün çıka gelir ve yanı başımızda oturur. Aslında hüzün, öldürücü bir duygudan çok, oldurucu duygudur. Nohudun piştikçe su yüzeyine çıkışı gibi, insan da hüzünle pişer ve yararlı hale gelir.
Çoğu zaman dikkatimizi görkemli binalar, saraylar, malikâneler; lüks arabalar… çekmiştir de acaba mezarlıklar ve tabutlar dikkat çekmede daha mı geri planda durmaktadır?
“Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet
Al sana derya gibi Karacaahmet.
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde,
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?” (Necip Fazıl)
Yoksa insan kendi gerçeğinden mi kaçmaktadır? Nereye ama? Adresi belli midir? Onu bir karşılayan olacak mıdır, gittiği yerde? O karşılayan sevgili midir?
Hz. Mevlâna sorar:
“ Yabancı kim?”
Cevabını yine kendisi verir:
“ Yabancı, senin toprak cesedin..”
İnsan toprağa düşmekle, aslında kendine yabancı olan cesetten kurtulacaktır; öyleyse ölüm korkusu niçin?
Bir ayrılık söz konusudur ve her ayrılık biraz hüzün vericidir. Demek ki, sonunda, yere atmakta zorlandığımız tırnağımız şöyle dursun, güzel yüzümüz, tatlı dilimiz, nazik tenimiz toprağa düşecektir.
“Toprağa gark olmuş nazik tenleri,
Söylemeden kalmış tatlı dilleri.” (Y:Emre)
Belki de bir anne, evlâdına “yavrum” derken dizleri üzerine çöküp kalmış veya bir baba şefkat yüklü kollarını yavrusunun boynuna saramadan daha gözlerini yummuş!.. Ya da bir sevgili, sevgilisine “ Seni çok sevi…”derken, sözünü bitiremeden kalbi durmuş!
“Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda
Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda.” (N:Fazıl)
Behlül Dânâ, Padişah Harun Reşit’in sarayına girer ve tahtına oturur.
Harun Reşit onu görünce kızar, “Senin ne işin var burada?” diye.
Behlül, “Ben bu hana konaklamak için geldim, bir akşam kalıp gideceğim.” der. Harun Reşit daha çok kızar: “Be adam, burası saray, sen buraya nasıl han dersin?”
Behlül hiç kızmaz ve sorar padişaha:
“Padişahım sizden önce kim vardı bu sarayda?”
“Babam”
“Ondan önce?”
“Dedem.”
Behlül taşı gediğine kor: “Onlar şimdi neredeler? Buraya konup göçmediler mi? Ee konulup göçülen yer han değilse, nedir?”
Ölüm ayrılık habercisi, mezarlıklar da ayrılık yurtlarıdır. Bu yurdun vatandaşı olmak da var kaderde. Asıl vatan, ruhunu kalıba dökebildiğin yerdir. O vatan da burada kazanıldığı için, yaşadığın zaman ve mekânı ağlatmazsan, ölüm sana gülerek gelecektir.
“Adı, Soyadı
Açılır parantez.
Doğduğu yıl, çizgi; öldüğü yıl, bitti.
Kapanır parantez.
Parantezin içinde çizgi,
Ne varsa orda.
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda…” ( Behçet Necatigil)
Mezar taşındaki çizgiye dikkat edin, hayatınız işte o kadardır. Doğum tarihi, çizgi (-), ölüm tarihi. Hayat bir çizgiden(mi) ibarettir. Ama o öyle bir çizgidir ki, içinde sonsuzluk barındırıyor.
Korku, endişenin çocuğudur, bir şey zihninizde net ise, ondan korkmazsınız. Ölümü, ruhlarıyla tanıştırıp onunla dost olanlar ölümden korkmazlar. Ölüme “Şeb_i Arus” (Düğün gecesi) diyen bu duyguları paylaşarak söylemiştir. Evet, ölümü dost edinmeliyiz. Bunun için de hayatı, Dost’un çizdiği rota üzerinde yaşamaktan başka seçeneğimiz yok.
“Özgürlük” deniliyor, doğru. Ama insan, satrançtaki taşlar gibidir, satrancın bir kuralı vardır; ama taşlarla oyunlar sayısızdır. Ölüm, şahın mat olduğu an (mı)dır.
İnsan haberlerin özetidir. Ölüm ise, hayatın özeti. Ölüm anında insan, hayatıyla karşılaşacaktır.
“Gözlerim müebbette/ Günü gelir elbette.
Gelir, Melek nöbette/ Safa geldi, hoş geldi.”
Ölüm, aynı zamanda insanı dünya zindanından çekip alan kutlu bir eldir. Bu nedenle ölüm, özgürlük ülkesinin pasaportudur. Mesele, gidecek olduğumuz sonsuzluk ülkesinin bizi vatandaşlığa alıp almamasıdır.
“Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun,
Ölümü de öldüren Rabb’e secdeler olsun!.” (N.Fazıl)