Yaz Kur’an Kursu mu hayata kapanmak mı?

D. Ali TAŞÇI

Peşinen söyleyeyim, ne bir kişi veya kurumu incitmektir niyetim, ne de bağcıyı dövmek. Mademki fikirlerimizi halka açıyoruz, öyleyse, düşünce denilen soylu varoluşu, düşünenlerle birlikte paylaşalım ve var olalım.
“Yaz Kur’an Kursları”na değinmek istiyorum.
 

Diyanet’in, çocuklarımızın “din eğitimi” ile ilgili bir derdi olduğunun farkında olmasam, bu yazıyı hiç yazmazdım.
Diyanet’in hayra alamet düşüncelerini biraz sezinlediğim için bu yazıyı kaleme alıyorum.
Diyanet camiasının da beni anlayacağını umuyorum.

“Din eğitimi” diye bir kavramın yanlış olduğunu düşünüyorum.
Eğitimin eski adı terbiyedir.
Terbiye, “Rab” kökünden gelir ve fıtratın, Yaratıcısı tarafından konulan kurallar çerçevesinde işlemesi, işletilmesi ve hayatla bütünleşmesi demektir.

Örneğin; suyun söndürmesi, ateşin yakması; çayın Rize’de, pamuğun Adana’da yetişmesi gibi.

İnsanın da fıtrat tohumu, Allah’a kulluk bahçesinde yeşerir. Allah’a kulluk bahçesinin adı Dünya’dır. Dünya’da insan Allah’a kulluk yapmazsa, o, eğitilmemiş demektir. Kim ne derse desin, bu böyledir.

Okullar tatile girdi, şimdi çocuklar camilere gidiyor.
Kur’an öğrenecek, bazı dini bilgileri ezberleyecek; ana babası öldüğünde arkalarından Kur’an okuyacak.
Bunları küçümsemiyorum; ama din bu mudur?

Din, hayattır, hayatın bizzat kendisidir.

Dokuz ay boyunca çocuklarımız, Milli Eğitim’in okullarında hayatla iç içe bir “öğretim ve eğitim”den geçtiler.
Hayatla onlara verilen eğitim paralel gitti; aralarında bir çatışma söz konusu değil.
Rol modellerini tanıdılar, onlara öykündüler ve bir “kişilik” geliştirdiler.
Hayata ve geleceğe tatlı bakışlar, umutlar sundular; hopladılar, zıpladılar ve bir üst sınıfa, yani geleceğe adım attılar.

En önemlisi, öğrendikleriyle hayat arasında bir çelişki yaşamadılar.

Şimdi ne yapacaklar?

Yazın sıcağında ve ailelerinin yarım isteklerinin yanında kendi isteksizlikleriyle ve hiçbir sorumluluk duymadan (Hayata açılmayan hiçbir şeyin tam sorumluluğu yoktur.), yaş veya seviye grubu içerisinde olmadan, adeta sürüler gibi camilere dolacaklar.

Acaba diyorum, bugünkü “Kur’an Kursu” mantığı, çocuklarımızda sürü anlayışı mı oluşturuyor?

Durun, hemen kızmayın, konuyu izah etmeye çalışayım:

Bunun böyle olması kaçınılmazdır, değerli dostlar. Camideki “eğitim” çocuğa bir ideal vermiyor. Ona bir rol model sunmuyor. Hayatla iç içe değil, ondan kaçıştır; adeta bir angaryadır.

Üstelik “din eğitimi”ni camiye hapsetmek bir hayat cinayetidir. İnsanı havasızlığa hapsetmekten daha büyük bir cürümdür. Havasızlık öldürür, dinin yanlış anlaşılması ebediyen öldürür.

Eğitim, hayatla bütünleşmektir. Hayatın dışında hiçbir eğitim anlayışı başarılı olamaz; zaten onun adına “din eğitimi” denemez.
Camiler, gerçek fonksiyonlarını icra etseler neyse, ama camiler şu an sadece namaz kılınan ve dünyevi işlere karışmayan yerler konumunda.

Hayattan kopuk bir anlayışla tanışan çocuk, uzun vadede pasif, korkak, medeni cesaretten uzak, ikinci sınıf insan hüviyetinde, kişiliksiz ve kimliksiz; daima yöneticilerine tabi bir uydu olarak yetişir.
Nedeni, öğrendikleriyle hayatın çelişmesidir.

“Din öğretimine evet, ama din eğitimine hayır” diyenlerin derin amaçları vardır. Öğrenilen şeyler hayata geçirilmezse, öğrenenler dengesiz olur; çünkü hayat, öğrenilen şeylerin test alanıdır.

Suya evet, içmeye hayır!

Ekmeğe evet, yemeye hayır!

İslam, Hıristiyanlık gibi kilise dini değildir. Kaldı ki, kilise de rol model sunmakta şu an bizden çok ileridedir.

Örneğin; Mozart, Beethoven gibi ünlü müzisyenler, kilise korosunda ilahi okuyarak yetiştiler. Yeni kuşak kiliseye gidince Mozart’ı, Beethoven’i görüyor ve onlarla hayata açılıyor. Bu açıdan kiliseyle hayat arasında bir bağ var.

Şimdi soralım: Bir Türk çocuğuna İmam Azam, İmam Şafii, Gazali, Itri, Dede Efendi... ne ilham ediyor? Kendimizi aldatmadan cevap verelim: Hiç!

Bu zevat ve diğerleri, çocuklarımızın hayatının hiçbir yerinde yoklar. Hayat yürüyüşlerinde bu insanlarla hiç karşılaşmıyorlar. Hayata anlam verecek yeni rol modeller de yok.

Peygamber mi? Ütopik bir varlık.
Kur’an mı? Hayata müdahalesi olmayan ölü kitabı.
Din mi? İnsanları sıkıntıya sokmak ve ürkütmek için gelmiş bir hayalet adeta!

Sonradan din ile karşılaşan bir gencin ruh hali ne olur?

“Demek ki bunca zaman aldatıldım, bana gerçek dinimi öğretmediler!...” duygusuna kapılır. “Kin, nefret, acı veren bir din”le iç dünyasını karanlığa boğar.

Din, melankoli üretir mi? Hayatın içinde olmayan, yani asıl amacından saptırılmış bir din üretir. İslam’ı hayattan kovduk ve müntesiplerini melankoliye mahkûm eyledik.

Cihad ve Hicret işte bunun için var. Cihad; her anı yeniden yaratan Allah’ın gücünü hissederek hayata anlam vermek, Hicret ise, bu gücü dünyaya ekmektir. Her ikisi de insana insanlığını hatırlattığı için mukaddes.

Cihad, hayatın dinden başka bir şey olmadığını haykırmak, Hicret de, bu inancı hayata kazımak, yani medeniyet kurmaktır. Medeniyetini kuramamış bir dinin eğitimi de olmaz. Bunun için Medine’ye ihtiyaç vardır.

Milli Eğitim devletin bir kurumu, Diyanet de. Yaz kurslarına camilerin uygunsuz ortamlarında katılan çocuklar, okulların sınıflarında bu eğitimi alsalar ne olur? Bu çocuklar daha birkaç hafta önce oradan gelmediler mi?

Ha, Allah camiye karışır, ama okullara karışamaz diyorsanız, o zaman herkes açıkça bunu dillendirsin ve millet de neyin ne anlama geldiğini öğrensin.

Galiba işin püf noktası burasıdır. Türkiye’deki bütün siyasi ve her türlü kavganın temelinde şu yatmaktadır: “Allah, hayata karışsın mı, karışmasın mı?” Bunun diplomatik bir dille söylenmiş olması sonucu değiştirmez.

Bu nedenledir ki bizdeki kamplaşmanın temelinde “amaç kavgası” yatmaktadır, araç kavgası değil.

Laiklik, araç kavgası içinde olan toplumlar için bir özgürlük alanı, “amaç kavgası” içinde olan toplumlar için ise, temelden bir ayrışma unsurudur. Bunun içindir ki AK Parti ile CHP arasında bir ortak payda bulamazsınız ve Türkiye işlemi de bir sonuç vermez.

Bu ne zamana kadar sürer? Türkiye’den İslam tamamen çekilinceye kadar veya İslam hayata tam girinceye kadar.

“Tevhid-i tedrisat” kanunu çok güzel; ama hangi tedrisatı tevhit edeceksiniz; İslam’ı mı, Pozitivizm’i mi?