“Bugün Allah’ın ayetlerini inkâr edip Peygambere
başkaldıranlar, o Gün cehennem azabını karşılarında
görünce, yerin dibine geçirilmiş olmayı
ne kadar da arzu edecekler…”
(Nisa: 4/42)
Bu hikâye bizim hikâyemiz Müslüman kardeş…
Uğruna heba ettiğimiz bir hayatın acı gerçekleri.
Özendiğimiz, özlediğimiz, onlar gibi olma yarışında
olduğumuz, hayallerini kurduğumuz yolun
sonu böyle görünüyor.
“Bu ayetler kâfirden, münafıktan, Peygamber
düşmanlarından, söz ederken bizi neden
işin içine çektin” diye düşünme…
Bu acı son bizi uyandırmak, uyarmak,
şuurlandırmak, kendimize getirmek için
zikredildi. Bu kitabın öncelikli muhatabı biziz,
mesajlar da öncelikle bizedir…
“Yer yarılsa da yerin dibine girsek!”
Hakikat penceresi aralanınca iş değişti.
Kabadayılık bitti, özgürlük hikâyesi son buldu.
“Hayat benim değil mi istediğim gibi takılırım”
edebiyatı anlamını yitirdi…
“Böylece Allah dünyada yaptıkları bütün işlerini
derin bir üzüntü, pişmanlık ve hayal kırıklığı olarak
onlara gösterecektir.”(Bakara: 2/167) Koca bir hayatı
ıskalamanın verdiği yürek sızısı
“cehennem azabına” adeta rahmet okutacak…
“Keşke yerle yeksan olsak!”
Dünyadayken övündükleri özgürlük hikâyesi,
benlik duygusu, kibir ve gurur, ilahi hakikatlere
kör ve sağır kesilme,
İlahi hakikatlerle dalga geçme, alaya/hafife alma,
düşmanlık etme, makam, mevki, şöhret… Şehvet…
“Allah’ım!
Doymak bilmeyen nefisten, huşu duymayan kalpten,
(Helal-haram hassasiyetini kaybetmiş vicdandan),
Kabul olmayacak duadan ve (insana kendine yeterlilik/
azgınlık/ölçüsüzlük veren) faydasız ilimden sana
sığınırım…” İmza, Muhammed Mustafa (sav).
“Yoo, hayır (iş sizin bildiğiniz gibi değil!)
İnsan kendi kendine yeteceğini (hiç kimseye muhtaç
olmadığını) sanınca azgınlaşır.”(Alak: 96/6-7)
Hiçbir değer ölçüsü tanımaz. Kırmızıçizgisi kaybolur.
Vicdan terazisi bozulur, değer yargıları isabetsiz olur.
Kendini hayatın merkezinde görmeye başlar.
Vazgeçilmez olduğunu zanneder.
Ahmakça hayallerle avunur durur…
Varlığını ve varlığını sürdürmek için her anını Rabbine
borçlu “zayıf/güçsüz/aciz/zavallı” insan, iman sarayı
yüreğine şeytanın çöreklenince,
hiç sıkılmadan, düşünmeden nasıl da edebiyat parçalıyor.
“Beyanı kendisine öğreten” Allah’a (hâşâ) din
öğretmeye kalkışıyor…
Bu zamanda, bu çağda, bu yaşta, bu devirde, bu ortamda,
bu şartlarda, bu sıcakta, bu soğukta…
Bütün bu hezeyanlarına bir de sağlam kılıf uyduruyor
kendince, “Allah’ın bildiğini kuldan mı saklayacağım?”
Ne dürüst adam ama!
Helal be sana!
Var mı dünyada senin gibi dobra biri!
Adam gibi adam!
Bir alkış tufanı…
“En büyük nankör bizim nankör!”
Kibirden ayakları yerden kesilmiş, “küçük dağları ben
yarattım” havasında… Ego tavan yapmış…
“(Ey azgın insan!)
Yazık sana yazık/Belanı buldun belanı!
Sonra yine yazıklar olsun sana, yazıklar!
(Artık sonun geldi, tam sana göre bir son!)
(Kıyame: 75/34-35)
Sadece kendi günahını değil azdırdığın insanların
günahını yüklenerek çıkacaksın ilahi huzura…
(Ankebut: 29/13)
Kendini vazgeçilmez görüyordun değil mi?
Hayatın merkezinde?
Dünya senin etrafında dönüyordu değil mi?
Hiç de öyle değilmiş!
“(Firavun zihniyetindekiler) arkalarında
ne bahçeler, bağlar, pınarlar bıraktılar.
Nice ekinler, güzel güzel köşkler/konaklar/
konforlu saraylar…
Dahası zevk ve sefasını sürdükleri nice nimetler
geride bıraktılar…
İşte böyle!
Onlara başka bir toplumu mirasçı kıldık!
Onların gidişine ne gök ağladı ne de yer.
Onlara (tevbe için) mühlet de verilmedi.”
(Duhan: 44/ 25-29)
İş işten geçtikten sonra durum böyle olacak.
Ama bugün tevbe kapısı hala açık, kurtuluş
imkânı hala var.
Bugünkü pişmanlık fayda verir…