Sizlere bugün, Falih Rıfkı Atay’ın ünlü “Zeytin Dağı” adlı eserinden “ Allaha Ismarladık” başlıklı bölümü kısmen sunmak istiyorum. ( Osmanlı’nın gidiş yıllarıdır.)
“ Nebi Samol siperlerinde, Kudüs için kan döken Türk askerlerine bu kadarcık yardım edemiyoruz.
Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm. Kudüs İngilizlerin elinde idi. Orada son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını, masanın üzerinden aldığım şifreli telgrafla oludum.
Karargâhın içinde “ Kudüs düştü” sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Halep’e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı.
Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine Allahaısmarladık.
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köyleri arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Halep’siz, öz can ve ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Anadolu hepimize hınç, şüphe ve emniyetsizlikle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu, memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi, kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş gelene geçene,
“ Benim Ahmed’imi gördünüz mü?” diyor.
“ Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?”
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor.
“ Bu tarafa gitmişti.” diyor.
O tarafa?.. Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı?
Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit (zehirli balık) yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuş olsa, Ahmed’ini görsen, onu da benim kadar yabancı bulacaksın. Gözünün ışığı sönmüş, çukur yanağı kemiğine batmış, omuzu göçmüş, ona da soracaksın: “ Ahmed’imi gördün mü?”
Hayır… Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Şimdi Anadolu’da batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, muşambalarını indirmiş, lambalarını söndürmüş, gizli ve çabuk geçiyor.”
F. Rıfkı Atay’ın “Allaha Ismarladık” adlı yazısını kısmen vermeye çalıştım.
Bugünlerde, bir asır önce büyük bir hüzünle terk ettiğimiz ve memleket çocuklarını bağırlarına gömdüğümüz ata topraklarımıza “merhaba” demeye başlıyoruz. Bugün başımıza neleri getirmeye çalışıyorlarsa bu uyanışımızın bedeli olarak ortaya çıkmaktadır. Daha düne kadar 780 bin kilometre kareye hapsoluşumuzun bile farkında değildik. Çekildiğimiz 4 milyon kilometre kareye yakın bu ata topraklarımızda 3 milyon vatan evladımızı gömdük. Biz çekilirken orada kalıp bizimle gelemeyip oralarda ölenlerin sayılarını ise bilemiyoruz.
Birinci Dünya Savaşı’nda tam dokuz cephede savaştık:
“ Kafkas Cephesi, Sina- Filistin- Mısır Cephesi, Çanakkale Cephesi, Irak Cephesi, Galiçya Cephesi (Galiçya’da -Polonya- şehit olanların 486’sı Budapeşte’de yatmaktadır. Onlara Fatiha okuma bahtiyarlığına erdim. DAT) Romanya Cephesi, Makedonya Cephesi, Libya Cephesi, İran cephesi.” ( İmparatorluğa Veda, İlhan Bardakçı, s. 573 )
Her cephede nice Ahmetler, Mehmetler şehadet şerbeti içti, analar diz üstü yere kapaklandı, yavuklular ağıt yaktı.
Bütün bir müstevliler ortaklaşa üzerimize yürüdüler ve bizi parçaladılar, altı yüz yıllık İmparatorluğumuz yıkıldı; yetim ve öksüz kaldık. Bunlar yetmezmiş gibi daha sonra onların girdiği her deliğe girmeyi de “uygarlık” belleyerek nesillerimizi iğdiş ettik. Kazandığımız zaferleri bile çocuklarımıza anlatmadık, anlattırmadılar. Kûtü’l- Amâre zaferini önceki Başbakan Ahmet Davutoğlu seslendirmeseydi kimsenin haberi olmayacaktı. Neden? Zaferi (1916), Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa kazandı diye mi acaba?
İbn Haldun’a göre her yüz yılda bir coğrafyalar, rejimler, devletler değişir. Bu, aslında zamanın hükmüdür. Dünyada ilelebed kimse yaşamayacak ki devletler “sonsuza” kadar yaşasın. Ne garip bir söylem: “Sonsuza kadar yaşayacaktır!” Oysa hayat sonsuz değildir, her şey kıyamette sonlanacaktır. Müslüman yaşayışıyla olduğu gibi, söylemiyle de Müslüman’dır.
“ Kahrolsun düşman” mantığından çok, bizler ne yapmalıyız, bu zamanın dilini adil bir biçimde nasıl kullanmalıyız? Bunların hesabını yaparak izzetli bir biçimde tekrar tarih sahnesindeki yerimizi almak zorundayız. İngiliz tarihçi A. Toyyonby, “ Osmanlı, dünyanın dengesini sağlıyordu; o yıkıldı, savaşlar da devam edecektir.” demişti. Evet, Osmanlı dünyada denge unsuruydu, o yıkıldıktan sonra ise dünya, iki dünya savaşı gördü. Bugün de olanlara hep beraber şahit olmaktayız; gücü eline alanlar adaletten uzak, adeta bir haydut görüntüsü vermektedirler. Bunun böyle olması da sürpriz değildir; ateş yakar, su söndürür.
Ümitvar olmalıyız; çünkü tarih, mazlumlara ve adil olanlara sonunda hep gülmüş, zalimlere ise mezar olmuştur. Müslümanların dünyası sadece üzerinde yaşadığımız küçücük toprak parçası değil, ebedi âlemdir. Bundandır ki Müslüman’ın asla kaybı yoktur.
Ümidin diriltici sabah rüzgârı içimizi hep serinletsin. Kudüs düşmeyecektir.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci