Miladi yeni bir yılın başındayız. Geçen her gün, ömrümüzden bir yaprak daha düşürüyor. Baharda gürleyen çiçeklerimiz soluyor. Doğduğumuz günden beri seferdeyiz.
2020 yılını bütün dünya insanları olarak korkularla geçirdik. Dünya hiç bu kadar tek cephe olup savaşmamıştı. Mikroskobik bir virüs, yedi milyar dünya insanını ayağa kaldırdı; hop oturttu, hop kaldırdı.
Her akşam televizyonlardan ölüm haberleri yayınlandı, dalga dalga yürekleri dağladı, korkuttu. En yakınlarımızı kaybettik, ama can korkusu hepsini bastırıp geçti. Ölülerimizin arkasından cenaze namazı bile ya kılamadık ya da istediğimiz gibi kılamadık. Hastalarımızın yanına gidip onları teselli edemedik.
Komşularımızın, akraba ve dostlarımızın yanında birer bardak çay içemedik, sohbetlerin belini kıramadık. Aynı evin içinde bile aile efradı birbirimize adeta düşmanca yaklaştık, yanlarına sokulamadık. Kendi karantinamızı kendimiz hazırlayıp, aileden yalıtıldık.
Dünyanın, ülkenin yönetimi imiş, ekonomi imiş umurumuzda olmadı, can derdine düştük. Ölüm korkusunun ruhları sarstığı yerde, bütün korkular siner, baş çıkaramaz. Ölüm korkusu, hayatımızda en belirleyici korku olup çıktı. Virüs taşıyıcılarından, en yakınımız olsa bile, düşmandan kaçar gibi kaçtık.
Sağlık Bakanımızı ilk başlarda çok sevmiştik, lakin zaman geçtikçe ve onu TV ekranlarında görünce, meşum haberleri dilinden duyunca, onu görmekten ve dediklerini dinlemekten korktuk.
Hâsılı, 2020 yılı bütün dünyanın “karanlık” bir yılı oldu. Ölümün her yerde kol gezdiği bir yıl olarak tarihe geçti.
İnsan, hayat düzgün akıp giderken ölümü aklına hiç getirmez. Oysa ölüm her an yanıbaşımızda ve hayatın tek gerçeği olarak durur. Ondan asla kaçış yok. Uzayda yurt arayışına çıkanların bir amacı da belki ölümden kaçış olabilir. Ne var ki, bütün evreni yaratan Allah’tır ve O, her şeye kadirdir. Nemrut da öyle yapmış, bir kartala binerek uçmuş ve gökte tanrı aramış, bulamayınca da “yok” demişti. Sonra burnundan beynine giren bir topal sineğe yenilerek can vermişti.
Amerika’daki bir dergi, her sene olduğu gibi, dünyanın en zenginlerini sıralamış. “Şu kadar malı-mülkü var, şu kadar doları var.” diye sayfalarında belirtmiş kişileri. “Google”dan birkaç sene önceki zenginlere baktım, birçoğu ölüp gitmiş dünyadan. Bu kadar zengin insan nasıl ölebilir? Onca servetini bırakıp toprağa nasıl girebilir, değil mi? Oysa ölümde müthiş bir eşitlik var, her doğan ölecek ve ölüyor. Zengin, fakir; şöhretli, şöhretsiz demiyor, hepsinin can evine iniyor. Merak ediyorum, o zenginler ölürken acaba halleri nice oluyor? Dünyada hiçbir şeyi olmayan bir fakirin ölümüyle, onca servete sahip bir zenginin ölümü bir olabilir mi? Fakir, arkasına bakmaz ölürken, ama o zenginler servetlerini bırakıp “meçhule” gitmenin acısıyla kavrulmazlar mı? Bunca malı-mülkü kime bırakıp gidecekler? Öteye inanmasalar bile, dünyada en çok sevdikleri şeyleri bir anda bırakıp gitmek, ölümden beter olsa gerek.
Şükür makamındayız; ölüm sonrası hayatı net bir şekilde, Peygamberi (as) vasıtasıyla bize bildirdiği için, rabbimize her an secde etme noktasındayız. Ölümün de güzeli odur; gideceğin adresi bilebilmek ve kaybolma korkusundan kurtulmak. Asıl ölümün güzeli, imanlı olarak ölmektir.
Necip Fazıl’ın dediği gibi:
“Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam,
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam.”
Tüm insanlığa yeni bir anlayış ve uyanış, Ümmet-i Muhammed’e silkiniş ve kendine geliş ver, Allah’ım!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci