Sesler damlar dağlarda
Dağlar benim için hep çekici bir özelliğe sahiptir. Muhteşem duruşu, gizemli dünyası ve insana çağrısıyla her dönemin gözdesi olmuştur. Dünyanın dengesini sağlaması bir yana, aslan başı gibi vakarlı bakışıyla korkunun da merkezi olması, onu, dünyamızda farklı bir yere koymamıza vesile olmuştur.
Kaçkar Dağının eteklerindeyim. Önümde, geçit vermeyen sarp kayalar, diğer yandaysa, uzayıp giden vadiler. Aşağıya doğru baktığınız zaman, bulutlar, ayaklarınızı yalayan denizi andırıyor. Bulutların arasında arada bir gözüken ulu ağaçlar, içinize tanımsız bir ürperti veriyor. Bulutlar çekildikçe, rengârenk yayla çiçekleri size göz kırpıyor ve içiniz bu sefer tatlı bir solukla doluyor. Kalbiniz açılıyor ve evrenle adeta bütünleşiyorsunuz. Siz farkında olmadan, avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz: Allahu Ekber!
Yüksek yerler bana hep Allahın Celal sıfatını ilham etmiştir. O güç, o irade, o kuşatıcılık
karşısında zavallılığımı, küçüklüğümü, hiçliğimi ta içimde duymuşum. Bu duygu beni insanlığıma daha çok yaklaştırmıştır. Mermeri nakış nakış ören usta gibi, kalbime, ruhumun kalemiyle elifler, vavlar yazmışım. İçimdeki bu yazıların çağrısıdır beni dağların dünyasına sürükleyen. Misk geyiği, koltuğunun altındaki misk kokusuna ulaşmak için kendini uçurumlardan aşağıya doğru atar. Benim miskim, içimdeki Eliftir, ben onunla Allaha ulaşmak isterim. Zirvedeki yalçın kayalar bana neler söyler, neler:
_Ey insan! Ey yaratılanlar içindeki en ulu varlık! Bilir misin bu zirveye ulaşmanın bedeli candır. Biz, ovada ağaçtık, yükseldik, yaylalarda çiçek olduk. Orada küçülmek zorundaydık; çünkü yükseklerde küçülmeden durulmaz. Çiçek olduk, arılara bal verdik, insanlara şifa dağıttık. Ama gözümüz zirvedeydi ve en tepeye çıkmak için nerdeyse çıldırıyorduk. Bize dediler ki, zirveye çıkmak için candan geçmek gerek. Korktuk, canımızı çok seviyorduk. Ne var ki, içimizde kıvrılan duygular candan da tatlı olunca, misk geyiği gibi kayalardan atladık. Bir de baktık ki, zirvede taş olmuşuz! Candan geçmeyince zirveye çıkılmaz mirim.
Çevrenize baktığınız zaman içinizde hakikatin dili kıpırdamıyorsa, siz ebediyyen lalsınız. Dağlardaki, ovalardaki mühr-ü İlahiyi göremiyorsanız, körlüğünüz sonsuza dek sürecek demektir. Sizin dışınızdaki varlıklarla kendinizi aynı nağmenin melodisi olarak bilmiyorsanız, sağırlığınızın tedavisi yok demektir.
İçimdeki Elifin çağrısına uydum ve dağlara çıktım. Hani şair diyor ya:
İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye.
Deli gönül abdal olmuş,
Gezer Elif Elif diye.
Gönül Elife gebe kalmadan hakikat çocuğu doğmaz. Yürek abdal hırkası giymeden nasıl gönül olsun ki?
Sesinizi duyuyorum : Dünyalık her şeyimizi bırakalım mı? diyorsunuz. Hayır! Fakat sonunda her şeyi bırakacak olduğunun bilincine varırsan, elindekiler seni boğmaz, onları dağıtır ve zirveye tırmanırsın. Zirveye talip olan sen değil misin? Peki, hafiflemeden, onca yükle sen zirveye nasıl çıkarsın ki?
Dağlarda Allahın Celal sıfatı, ovalarda da Rabbimizin Cemal sıfatı tecelli eder. Şimşekler, yıldırımlar, katman katman karlar dağlarda zikreder. Ağaçlar, çiçekler, her türlü yiyecekler de ovalarda coşar. Dereler, ırmaklar, şelaleler dağlardan aşağıya doğru akmasaydı, ovalarda hayat mı olurdu? Toprağın da alçak gönüllülüğü olmasaydı, binlerce nimeti nasıl bitirirdi? Celal de Onun, Cemal de. Narı da hoş nuru da. Hayat, narla nurdan oluşmuyor mu?
Düşünmeyenler, göz yaşlarıyla kendilerine bir devlet kuramayanlar; dünya devletlerine talip! Sen hiç Firavunu duymadın mı?
Kalplerinin zirvesine, candan geçerek çıkamayanlar, yeryüzünde baş olmuşlarsa, eyvah!
Haydi dağlara çıkalım; ama dağlarla birlikte Onu zikretmek için.
YAZIYA YORUM KAT