SOSYAL ŞİZOFRENİ
Tıp doktoru değilim, ama arama motorundan almış olduğum bilgilerle şizofreniyi anlamaya çalışıyorum. Şöyle diyor arama motoru, şizofreni için:
“ Beyindeki kimyasal maddelerin iletiminde bir bozukluk olması ve beyin yapısında bazı farklılıkların görülmesiyle ortaya çıkan bir beyin hastalığıdır.
Beyinde bulunan sinir hücreleri birbirleriyle bağlantılıdır. Bu bağlantı ile iletişim sağlanır. Bunun için de sinir hücrelerinin ucundan kimyasal maddeler salgılanır. Bu maddelerde bir bozukluk olması şizofreni nedenleri arasındadır.”
“ Sağ ve sol beyin birbirinden bağımsız hareket etmeye başladığında ortaya çıkacak durum şizofrenidir.”
“ Şizofreni hastaları olaylara anormal tepkiler verir çünkü beyinleri, çevredeki uyaranları diğerlerinden farklı şekilde algılar. Olmayan sesleri, kokuları, görüntüleri varsayabilirler. Örneğin, kendi kendine konuşan hastaya ne yaptığı sorulduğunda bir canavarla veya doğaüstü bir varlıkla ya da ölmüş bir yakını ile konuştuğunu söyleyebilir.”
Okuyucularımı biraz sıktığımın farkındayım; ama öyle bir zaman diliminden geçiyoruz ki, bunun adlandırılmasında sıkıntılar çekiyoruz. Bireysel şizofreni oluyor da acaba toplumsal şizofreni olmaz mı, diye sorası geliyor insanın?
Sağ ve sol beyin bağımsız hareket ettiğinde bu hastalık nüksetmektedir, deniliyor. Yani beyinde bir otoritenin varlığı ortadan kalkmaktadır ve iki başlılık söz konusudur.
Burada “dopamin” denilen bir kimyasal madde çok önemli bir rol oynamaktadır. Dopamin, hareketliliği sağlayan, insana coşku ve heyecan veren, aynı zamanda da sürdürmemizde roller üstlenen çok önemli bir maddedir. Örneğin, sanatçılar yüksek estetik duyguya sahip eserler ortaya koyabilmek için dopamine ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla en yüksek estetik değeri olan eserleri, şizofreniye en yakın sanat adamları üretirler.
Bu nedenle topluma mal olmuş, çok beğenilen eserleri vücuda getiren dahilerin pek çoğu, bir yandan da ağır psikolojik sorunlarla uğraşmışlardır. Bu nedenle “ Dahilikle delilik arasında ince bir çizgi vardır.” sözünü ciddiye almak gerekir.
Şimdi bir şizofrenik oluşumla, yani toplumsal bir şizofreniyle karşı karşıya değil miyiz? Beyinde, yani ana kumanda merkezinde ikilik baş gösterdiğinde bu illet oluşuyorsa, toplumumuzda da bu ikilik söz konusu olmadı mı? Aynı amaç etrafında koşanlar değil de, amaçları farklı koşularda sosyal şizofreni devreye girmez mi? Burada bir bölünmüşlük söz konusu değil midir? Ne yazık ki, ülkemizde partiler arasında araç farklılığı değil, amaç farklılığı vardır.
Şizofreni bir beyin hastalığıdır. Bunun gibi, ülkemiz de nice zamandır bir beyin hastalığıyla debelenip duruyor. Aslında Tanzimat’la birlikte bu ikilik yaşandı ve sonrasında ayyuka çıktı. Ana kumanda, medeniyetimizin değerleri iken, Tanzimat’la birlikte bu ana kumanda ikiye bölündü ve devlet yapılanmasıyla milletin değerleri farklı kulvarlara savruldu. Bu durumda da çatışma yani “şizofrenik mikrop” bünyeyi tuttu ve bizler yaklaşık iki asırdan fazla bir zamandır bu illetle uğraşıp durmaktayız.
Gördüğümüz hayallere/sanrılara “gerçeklik” diyerek kendi özelimizdeki hastalığa herkesin inanması için çaba gösterdik. Bunu kabullenmeyenlere darbeler yaptık ve sindirmeye çalıştık. Aslında her darbe, “toplumsal şizofreni”nin somut bir göstergesidir.
Şizofren biri ortaya çıkıyor ve kendi gördüğü sanrıları gerçek diye toplumun bazı kesimlerine inandırıyor ve sonra toplumsal bir savrulma, bir değerler anarşisi ortaya çıkıyor. Nedir bu savrulma, bu toplumsal şizofreni?
Kendisine inananların gözünde o “kutsal” bir varlıktır. Toplumun diğer kesiminin göremediği olağanüstülükleri, inanlıları görmektedir. Onun bir tebessümüne canlar fedadır veya gözünü kırpmadan canlar alınır. Onun emirleri kutsaldır, anında yerine getirilir…
Bütün bunları ve daha fazlasını 15 Temmuz’da yaşamadık mı? Gözlerini kırpmadan masum milletin üzerine ateş açılmadı mı? Milletin silahlarıyla, milletin önemli kurumları ateş altına alınmadı mı? Bütün bunları da “dinsel” inançla yaptığına inanan ve fakat “üst akıl” tarafından dünya Müslümanlarının aleyhinde kullanıldığının farkında olmayan veya ihanet çukurunda bunun da farkında olan bir şizofrenik vak’a ile karşı karşıyayız.
Ülkemiz açısından bu şizofrenik vak’anın çözülmesi çok hayırlı olmuştur. Bu mikrop biraz daha milletin bünyesi içerisinde kalsaydı metastaz yapacak ve ölümcül darbeyi vuracaktı. Şimdi derin bir ameliyatla vücuttan temizleniyor ve ülke selamete kavuşuyor.
Ben şuna inanıyorum; gelecekten haber veriyor değilim, tarihten ibret alarak söylüyorum:
17 Haziran 1950’de, 18 sene aslı gibi okunması yasak olan ezan, “Allahu Ekber” nidalarıyla ülke ufkunda hüzünlü bir biçimde okunmasından sonra, bu ülkede artık ne yaparlarsa yapsınlar, ülkeyi geriye götüremezler. Bahar gelince, kışı getirmek için tüm buzdolaplarını meydana çıkarsanız da kışı getiremezsiniz. Ülke kaderinde bahar yaşanıyor, her “kötü” görünen hadise bu milletin lehine gerçekleşmektedir, inşallah gerçekleşecektir.
D. Ali TAŞÇI (dalitasc,@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT