SU BARDAĞINI ÖPESİM GELİR
İftara doğru sofra başında beklerken, önümde duran bardaktaki su dikkatimi çekiyor. Soğukluğundan olacak, bardağı buğulandırmış. Değil mi, hayatta en çok neye ihtiyaç duyarsak, bizim dikkatimizi hep o çeker; gündemimizde o vardır. Susuz insanın dikkatini su bardağı çekmez mi?
Sofraların da padişahı su ve yemek değil midir?
Bu ve buna benzer şeyler düşünürken, bir anda suyla birlikte bardağı da düşünmeye başladım. Ona cansız diyorlardı; gerçekten canı yok muydu? İçine aldığı buz gibi suyu hissetmiyor muydu? Bir insanın dudağına değince garip bir zevk almıyor muydu? Kumdan bardak olmuştu; bu değişimi nasıl karşılamıştı? Yeni hayatından memnun muydu?
Maddeleri binlerce defa büyüten süper mikroskoplarla, cansız saydığımız şeylere bakıldığı zaman, hepsinin de atomlarının bir çekirdek etrafında hızla döndüklerini bilim adamları haber vermekte, hatta resimlerini çekmektedir.
Hal böyle olunca tekrar ibret gözüyle baktım çevreme:
Su, bana can katmak için adeta sabırsızlanıyor. Ekmek, canıma can olmak için kendini ateşe atacak kadar sadık bir dost. Masa, kim bilir hangi ormanda ağaç iken, benim aşkımla yanıp tutuşmuş ve o heyecanla şimdi bana hizmet etmenin gururunu yaşıyor.
Bütün yemekler de öyle; hepsi birbiriyle yarışıyor, insanın midesine girmek ve orada insan olma şerefini kazanmak için.
Mesela şu koyun eti; ben onu Besmele ile mideme indirdiğim zaman, o, bende insana dönüşecek. Bana minnettar olmaz mı? Hey kurbana “vahşet” diyenler, siz insan olmanın onurunu içinizde duyup da mı söylersiniz bu lafları?
İlahi nur, güneş gibi her varlıkta Allah’ın bir sıfatının, isimlerinden birisinin tecellisini aksettirmektedir. Bunu görecek göz, duyacak kalp gerek.
“Yerde ve gökte bulunan her şeyin Allah’ı zikrettiği”ni ( K.Kerim, 17/44 ) kitabımız bize haber vermektedir.
Bu ayeti bir kez daha okurken, Peygamberimizin bir hadisine rastladım; şöyle diyordu:
“Lüzumsuz yere eşyayı rahatsız etmeyiniz.”
Babaannemi rahmetle ve hüzünle andım. Okuryazar olmayan, fakat arife olan o kadın, çocukluğumda beni yatağıma yatırırken; “Evladım, elbiselerini sağa sola saçma, onların da senin üzerinde hakları vardır.” diyerek, gömleğimi, pantolonumu güzelce katlayıp dolaba yerleştirmesine pek bir anlam veremezdim. Fakat anlıyorum ki, o muazzam Osmanlı kadını “edep okulu”ndan mezunmuş da bizim haberimiz yokmuş!
Tasavvuf büyüklerinden İbn-i Arabî, “Fütûhat-ı Mekkiye” isimli eserinde şunları söylüyor:
“Ben eşyanın tesbihini duyuyorum. Cansız sandığımız maddeler; bitkiler, hayvanlar; insanlar kadar kayıtlı ve hayata bağlı olmadıkları için Allah’ı daha çok zikretmektedir.”
Geleneksel ve varoluşsal kültürümüze bakar mısınız? Tesbih halinde oldukları için eşyayı rahatsız etmekten çekinen dervişler, yürürken bile yere hızla basmazlar; çünkü yer ayakaltına döşenmiştir, herkesi başının üstünde taşımaktadır, herkese hizmet etmektedir. Bu yüzden onlar bastıkları yeri incitmekten çekinirler. Su içecekleri zaman bardağı hafifçe öperler. Kaşığı ellerine alınca sapını öperler. Yemek bitince sofrayı öpüp kalkarlar. Yatarken üzerlerinden çıkardıkları elbiselerini de öpüp öylece dolaba yerleştirirler. Çünkü her şey can taşımakta ve görev yapmaktadır. Onların hakkını vermek ve onlara saygı göstermek bir insanlık borcudur.
Harf inkılâbı yapılmamış olsaydı, atalarımızın bu ve bunlara benzer güzelliklerini kaynağından okur ve ibret alırdık. Ne yazık ki altı yüz sene dünyaya hükmeden insanları tanımıyoruz ve onlara, tanımadığımız için de, dost olamıyoruz.
İnsan olmak meğer ne muhteşem bir duruşmuş.
Gençlik yıllarımda, Peygamber (AS)’imizin şu sözünü okuyunca pek bir anlam verememiş, daha doğrusu iyice anlayamamıştım : “Uhud bizi sever, biz Uhud’u severiz.”
Demek ki bir şeyi anlayamamak, onun inkârını gerektirmiyor. Elbette şimdi, çapım kadar anlayabiliyorum. İnsanlık, anlamadığını yok saymak değil, anlayabilme çabasını gösterebilmekle doğru orantılı olarak gelişir.
Şimdi bu duyguda olan sizler, yanınızdaki insanları bıraktık, çiçeklere, masalara, vazolara artık eski gözle mi bakacaksınız? Onların da bir kalbi olduğunu ve bu kalple Allah’ı zikrettiğini anladıktan sonra artık hiçbir yerde yalnız olmadığımızın bilinci elbette ki farklı olacaktır.
Bir çiçeği koparamayan, bir karıncayı incitmeyen nice aydınlık kalp sahibi insanlar vardır şu yeryüzünde. Onların yüzlerine bakınca göremiyor musunuz açılmış olan cennet çiçeklerini? Bir karıncayı yuvasından ayırmamak için saatlerce yol yürüyen er insanlar yaşamış ve yaşamaktadır.
İnsanı önce kendisini tanımaya, sonra yaşadığı çevre ile barışı sağlamaya iten şey nedir? Din’dir, dinin verdiği sonsuz açılımdır. Yanındaki çiçekten, karıncadan seni sorumlu tutan bir dinin, kocaman bir dünyanın işleyişinden, devletlerin yapılarından; kısacası, en kıymetli varlık olan insanın dünyasının düzenlenmesinden seni sorumlu tutmaması mümkün müdür?
Bir çiçeğin, bir karıncanın, masanın, sandalyenin, yatağın dilini çözmeden ve onlarla konuşarak sevişmeden yarınlara yolculuğa çıkmamak gerek. “Neden içim taş gibi, ne sevebiliyor, ne de ağlayabiliyorum?” diyeceğine, varlığa iyice bak da orda Rabbinin tecellisini görerek aşka gel. Bu aşk seni öldürmez, oldurur!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT