TÜKENMİŞLİK SENDROMU VE ŞÖHRETLER
Bunca yıldır yazı yazıyorum, fakat magazin dünyasıyla ilgili hiç yazı yazmadım sayılır. Daha doğrusu yazamazdım; çünkü bu dünyadan haberim yok. Çok renkli bir dünya olduğu aşikâr. Postmodern bir hayat hâkim bu dünyaya; her an her şey yapay değişime, cinselliğe, şöhrete ayarlı gelişiyor. Gençlerin de ilgi odağı konumunda. Gençler konuşurken bir kulakmisafiri olun, sanki onlar farklı, siz farklı dünyalarda yaşıyorsunuz! Buna “eksen kayması” da diyebilirsiniz. Gençler, genç kaldıkları sürece bu “eksen kayması”ndan memnunlar. Sonrası?.. Sonrası kimin umurunda?
İnternet ortamında gezinirken işte bu dünyadan bir haber gözüme ilişiyor, okuyorum:
“ ………, şöhret hastalığı denilen tükenmişlik sendromuna yakalandı.”
Bu şöhretli delikanlı haberde şöyle diyor:
“ Ben bu hayatta istediğim her şeyi elde ettim. Canım kahve içmek istedi Paris’e gittim. Gezmek istedim, Ortadoğu’ya gittim, sevdiğim kadınla evlendim, ama hiçbir şeyden zevk alamıyorum.”
“Tükenmişlik sendromu” nedir diye googl sayfalarını açıyorum, sendrom şöyle tanımlanıyor:
“ Başarısız olma, yıpranma, enerji ve gücün azalması veya tatmin edilmeyen istekler sonucunda bireyin iç kaynaklarında meydana gelen tükenme sendromu.”
“Duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarının azalması” olmak üzere üç boyuttan oluşuyormuş. Depresyonun gelişiminde tetikleyici faktör de olabiliyormuş.
Gençlerin ikonu durumundaki bir kişi bu duruma düşerse, varın gençliğin halini siz düşünün. Aslında olması gereken oluyor; susayan bir insan, susuzluğunu gidermek için deniz suyu içerse ne olur? Daha çok susar değil mi? Susadıkça içer, içtikçe susar ve sonunda olanlar olur!
Vücudun suya olan ihtiyacı gibi, ruhun acaba bir şeylere ihtiyacı yok mudur? Kahveyi Paris’te içebilir, en güzel kadınlarla eğlenebilir, evlenebilirsin. Bir elin yağda, bir elin balda olabilir. Yakışıklılığından, güzelliğinden, şöhretinden sokağa çıkamayabilirsin. Elini sallasan ellisi sana pervane olabilir. Villalarda konaklayabilirsin… Geldiğin durak ise “Hiçbir şeyden zevk almıyorum!” durağı olur.
Her şeyin bir limiti vardır, zevkin bile. Salt zevk üzerine kurulu bir dünyada, bu limite gelindiğinde ruh isyan eder. İşte bu isyanları yaşamanın adıdır “tükenmişlik sendromu.” Hızla akan derelerin durgun bir göle dönüşmesi ve akamaması gibi, nefsin şahlanıp yere çalınması ve acılara gark olma söz konusudur.
İnsana dünyanın tümünü verseniz yine de doymaz, “daha” der ve arar. Bu, onun bir biçimde sonsuzluk yolcusu olduğunun da bir delilidir. Eğer bu “sonsuzluk” duygusunu yerli yerinde kullanamazsa çöker ve başka kimliklere bürünür; çünkü asıl oluşumunu kaybetmiştir.
Ben bu karayağız delikanlıya secde etmesini öneriyorum. Hep “ben” diyerek limite ulaştın, şimdi; “Büyük sensin Rabbim!” diyerek O’na secde et ve ruhun özgürlüğüne kavuşsun ve hayatın boyunca tadamadığın aşkın sırrına vakıf ol!
İletişim araçlarının bu denli gelişim göstermesi, insanların da iç dünyasını alt üst etmiş bulunuyor. Gençler artık yalnızlığa doğru koşuyor. Elindeki telefonla kuytu yerlere doğru açılıyor. Evde, odasını kilitleyip dünyaya açılmayı, zevklerini tatmin etmeyi mutluluk olarak algılıyor. Sosyal medyada gördükleri içini gıdıklıyor; onlara ulaşamayınca da insanî olmayan davranışlara bürünüyor. En tehlikelisi de genç yalnızlaşıyor, içine kapanıyor ve bencilliğin kuyusuna düşüyor. Narsist (kendine tapınma) duygular içinde boğuluyor.
Bütün iş yine aileye düşüyor: Bir çocuk, aile ortamında fıtratı doğrultusunda büyütülürse onun ileride insanca yaşayabilmesi umulur. Bunun dışındaki tüm savrulmalar, insanın fıtratının bozulması yönündedir. Hani siz de çok duymuşsunuz; “Ben bunun her ihtiyacını karşıladım, paraysa para, arabaysa araba..” diye başlayan sözleri. Bu sözleri kim söylüyorsa, biliniz ki o, çocuğunu veya eşini ihmal etmiştir. Nefsine yatırım yaparak ruhunu yüceltemezsiniz. Ruhu yücelmemiş insan da ailenin, toplumun kanser mikrobudur. Kansere çare bulunur bir gün de, ruh kanserine çare bulmak çok zordur.
Dünya gençliğinin ikonları bu sendromla boğuşurken, Ali dayının, Fadime teyzenin çocukları bu ikonlara kul olmak için adeta çıldırıyorlar! Ve bizler de eğitimin hâlâ fiziği ile meşgul olurken, çocuklarımızın ruh dünyasını boş bırakıyor ve oranın işgaline de adeta alkış tutuyoruz. Bana göre bir ülkenin işgalinden daha vahimdir, bir gencin ruhunun işgali. Çağımızın savaşları toprak üzerine değil, beyin ve kalp üzerinedir.
Fıtrata uygun bir aile hayatı yaşamıyorsanız, çocuk eğitiminden söz etmeyiniz; çünkü sizin böyle bir derdiniz yoktur! Ya fıtrata uygun eğitim veren okullarınız yoksa!..
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT