UYGARLIK: NEFS-İ EMMARE İMPARATORLUĞU
Mecnun, içinde aşk fırtınaları koparken, Leyla’nın köyüne gitmek üzere, yeni doğum yapmış ana deveyi yavrularından ayırarak yola koyulur. Bir hayli yürüdükten sonra yorulur ve mola verir. Dinlenme esnasında uykuya dalar; bu arada devenin yuları da avucundan düşer. Bunu fırsat bilen deve koşa koşa yavrularına döner ve onları yalamaya başlar.
Mecnun uyanınca deveyi yanında bulamaz; fakat gittiği yeri bildiğinden döner, deve ahırına gelir ve deveyi tekrar yularından tutarak Leyla’nın köyüne doğru yol almaya başlar. Ne var ki aynı durum üç kez tekrarlanır; Mecnun Leyla yorgunudur, deve yavrularına düşkündür. O zaman Mecnun:
“Eh, ne yapalım, herkes sevgilisine koşar!” der.
Aslında hepimiz birer Mecnun değil miyiz? Devenin yavrularına dönerken bıraktığı ayak izlerine, ayak izlerimiz benzemiyor mu? Mecnun, Leyla’nın hayaliyle kendinden geçerek yürürken, deve, yavrularından ayrılışının üzüntüsüyle ayaklarını öne atamıyor, inliyor ve kan ağlayarak yol alıyordu.
İnsan dünyaya adeta emaneten bırakılmış bir varlık. Bu geçici âlemde bir yolcu kimliğinde. O bir ebediyet yolcusu, kabul etse de etmese de. Mutlak Sevgili’den ayrılarak dünyaya düşmüş ve ızdıraplarını kâh maddeye kazımış, kâh gönlüne. Başına gelenleri unutmak adına dünyaya saldırmış, uygarlıkları kurmuş; ya da sevgisini içinde demleyerek insanlığını yüceltmiş, medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Çünkü uygarlıklar, kendinden ve ölümden kaçan insanların kanlı ayak izleri; medeniyet ise, kendini bulan, yaratılışıyla tanışan insanların dünyada kurdukları fanilik yurdudur. Biri kan yüklüdür, kanlı nehirdir; diğeri berrak pınarın akışıdır. Nil’in Kıpti’ye kan, Musa’ya inananlara su olup aktığı gibi.
Fıtrat denilen insanlık kodu açılıp gürleştiğinde onu Sevgili’sine yönlendirirken, bu kodun dünya denilen fanilik yurdunda yaban ve yalancı sevgi ve sevgililerle kapanması, deforme olması, özünü kaybetmesi sonucu yön değişimine uğrar ve kendini kaybeder. İşte asıl kıyamet budur; sevgiyi ve Sevgili’yi hatırlamamaktır. Dünya hem bir aşk mekânıdır, hem de aşkı kaybedişin bir yurdudur. Hem cennetten bir görüntüdür, bir tarafıyla; diğer yönüyle de cehennem çukurundan farksızdır. Medenidir, mutluluk diyarıdır bir yüzüyle; uygardır, ruh vurucu ve insanı yabanileştiren bir özelliği vardır, diğer yanıyla.
Asıl kıyamet, adresi kaybetmektir; gidilmesi gereken yere, ebedi yurda gidememektir. Vatan, ruhunu kalıba dökebildiğin yerin adıdır. Ruh, madde değildir ki, dünyada kalıba dökülsün? Ruh, vatanını özlüyor, uygarlık sürücüleri ceset yularını cehenneme sürüklemekle meşgul.
Bir ağaç çekirdeği sağlamken toprağa düşer ve ağaç olur, meyve verir; ama çürüdükten sonra ne ağaç olabilir, ne meyve verebilir. İnsan fıtraten sağlamdır; ne var ki yaban ellerde çürümeye terk edilince toprağa düşse de ağaç olamıyor, meyve veremiyor. Bütün acılarımız, sevgisizliğimiz özümüze yabancılaşmamızın sonucu. Uygarlıklar, gökdelenleriyle, plazalarıyla, öldürücü teknolojileriyle dünyamıza adeta ölüler bırakıyor. Medeniyet yurdunun vatandaşları gönül dünyamıza ebediyet duygusu bırakamazlarsa, işte o zaman kıyamet saati çalacak demektir.
Nereye gitseniz, kimi dinleseniz bir alev topu sizi yakıyor. İnsanlar mutsuz ve umutsuz. Sevgisi ve geleceği çalınan insan mutsuz ve umutsuz olmaz mı? Mutsuzluğun nedenleri nelerdir? Bize sayılanların hiçbiri mutsuzluğun nedeni değil, sonucudur.
Mutsuzluğun ve umutsuzluğun nedeni, fıtratı kapatıcı, özünü bozucu, deforme edici hal ve davranışlar içinde olmaktır; çekirdeğini çürütmek ve meyveye duramamaktır. Ne yazık, çocuklarımıza okullarda maddenin özü olan atomu öğrettik de, insanın özü olan fıtratı öğretemedik. Madde aldı başını gidiyor, ama sevgi, saygı, vefa, dostluk, ebediyet duygusu, sorumluluk; hâsılı insan olabilme duygularını gömdük. İşte patlamaları bundan; alevlerin bacayı kaplaması, dumanların odalarımızı doldurması bundan.
İç dünyamız bir odaya benzer, dünya dumanıyla dolmuşsa, burada nefes alınabilir, mutlu olunabilir mi? Bu odanın sonsuzluğa açılan pencereleri var(dı), onları açmazsak dumandan boğulmak mukadderdir. Uygarlıklar, dumanla dolu oda müdavimlerinin çığlıklarıdır ve bu çığlıklar ruh bestelerinden yoksundur; ne var ki cins, cinsini çeker. Ölümü ve ölüm sonrasını düşünmeyen insan kaçaktır, fakat gideceği yer de yoktur. Bu insanlar için isyan ve günah bir sığınma yeridir, ama ahtapotun kollarından farksız.
Eğitimin iki ana kriteri vardır: Fıtrat ve fanilik duygusu. Fıtrat insanın özüdür, tohumdur, açılımı için uygun bir bahçeye ve ehil bir bahçıvana ihtiyaç duyulur. Fanilik duygusunun uzandığı yer sonsuzluk kavramıdır, ahiret bilincidir. Bugün bu iki kriterden de yoksun bir dünya eğitimiyle karşı karşıyayız ve feryatlarımızın içinde boğulmak üzereyiz. Çünkü eğitim, fıtratın gelişim sürecidir, onu ıskaladık.
Uygarlık, dünya odasında dumandan boğulmanın, çıldırmanın, intiharın, içmenin ve kendini unutmanın (Çünkü insan fıtratına ters) yeridir. Medeniyet ise, fıtratlarıyla tanışıp sonsuza Hablullah’la (Allah’ın ipi) çıkmaya hazırlanan insanların fanilik yurdudur. Biri nefs-i emmare imparatorluğudur, diğeri eman yurdu ve misafirhanedir.
İnsanı zihin dünyasına fanilik yuvası kurulamazsa, oraya sonsuzluk kuşu konamaz ve fıtratı ateşleyemez. Açılamayan fıtrata Sevgili’den sevgi yağamaz ve bu amaçla yaratılan insan kendini unutur, kendine yabancılaşır. Ateş işte bunun adıdır.
“Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.”
YAZIYA YORUM KAT