YAKIN TARİHİMİZİN DİLİNDEN (KÂZIM AĞA, İSMET AĞA)
Yakın tarihimizi ne kadar biliyoruz? Kaynaklara ulaşabiliyor muyuz? Daha doğrusu kaynakları okumak için okur- yazarlığımız var mıdır? Dünyada bizim gibi başka bir millet mevcut mudur ki, tarihini okuyacak okur- yazarlığı olmasın? Prof. Mete Tunçay, “Bize en yakın olan tarih, bize en uzak olan tarihtir.” derken ne kadar da haklıdır.
Önümde Kâzım KARABEKİR’in “İstiklâl Harbimiz” isimli hatıratı duruyor. 1969 baskı, Türkiye Yayınevi’nden çıkmış. Birinci baskısı 1925’te yapılmış, fakat 1969’a kadar ikinci baskısı yapılamamış; çünkü yasak! Benim aldığım tarih ise 1974. Öğrenci iken el altından aldım. Kitap 1120 sayfa. Neler yok ki içinde! İstiklâl Harbimizin tüm detayları, ilk elden anlatılıyor.
Ben tadımlık bir alıntı yapmak istiyorum bu kitaptan. Karabekir Paşa, Batum’u denetledikten sonra (1919) deniz yoluyla İstanbul’a geliyor. Ülkeyi savaşa sokan İttihat Terakki liderleri Enver, Talat, Cemal Paşalar… İstanbul’dan 2 Teşrinisani’de (Kasım) firar etmişler. Paşa’yı dinleyelim (İmlasına dokunmadan):
“ En büyük tesiri ben 28 Teşrinisani (kasım) 1334’te (1918) İstanbul’a Boğazlardan girerken duydum. Büyük bir salibi ahmer (kızıl haç) gemisi Karadeniz’e açılıyor. Boğazın tarafeyninde (her iki yakasında) tabyalarda İngiliz ve Fransız bayrakları dalgalanıyordu. ( 1915’te Çanakkale’yi geçemeyen Haçlı sürüleri, İngilizlerin öncülüğünde 1918’de İstanbul’u işgal etmişler ve 1923’e kadar da İstanbul’da kalmışlar! Ne kadar haberimiz var?) Reşit Paşa vapuru kaptan güvertesinde el dürbünümle bunları seyrederken duyduğum azap ve ızdırap tahammülümün haricine çıkıyordu. Büyükdere hizasını geçiyorduk, orada feci bir manzara vardı. Bir İngiliz müfrezesi Türk Bayrağını indirerek İngiliz bayrağını asacaklardı. Mağrur kabarık bir İngiliz zabiti (sabayı) karşısında izdıraplar içinde kıvranan bir Türk subayı duruyordu. Ömrümde bu kadar acı duymamıştım. Bu feci manzara ve bu acı duygu karşısında (tek dağ başı mezar oluncaya kadar uğraşmalı) kararını verdim. Artık İstanbul limanını dolduran itilâf donanması nazarımda bostan korkuluğu menzilesine inmişti.
İstanbul’da ilk görüştüğüm İsmet’ti (İnönü). 29 Teşrinisani’de Zeyrek’te misafir olduğum biraderimin bahçesinde Çamlıcalara kadar uzanan geniş manzara içinde itilâfın bir yığın tekneleri ile sanki istihza (alay) eden muazzam Süleymaniye Camii karşımızda Türklüğün bir heykel vakarı gibi mağruru duruyordu. Pek eski ve pek samimi arkadaşım İsmet çok bedbindi (karamsar).
“ Gördün mü Kâzım? Her şey mahvoldu. Vaktile gördüğün gibi sürüklediler ve bitirdiler. Derdin ki batıracaklar ve hayatımızla biz didişeceğiz. Fakat benim hiçbir ümidim kalmadı. Ben kararımı sana söyleyeyim mi Kâzım. Köylü olalım. Askerlikten istifa edelim. Senin kaç liran var. Birleşelim Kâzım ağa, İsmet ağa olalım. Çiftçilikle hayatımızı sürükleyelim.”
“İsmet sen ne söylüyorsun dedim. Zannediyor musun ki bizi yaşatacaklar. Ermeni, Rumlar şarktan, garptan Türk’ü boğacaklardır. Bırak ki benim bir tarla alacak param yok fakat olsa da ayaklar altında zelilâne (alçakça) ölmektense milletimizin bu kadar senelik yediğimiz ekmeğini namuskârane ölmekle ödemek daha çok yakışmaz mı.”
“ Kâzım ne diyorsun? Sen vaziyeti henüz bilmiyorsun. Ordularımız mahvoldu. Boğazlara itilâf hâkim, bütün cenup (güney) hudutları açık bir halde. Asıl felâket bizim içimizden Kâzım. Tasfiye yapacaklar tasfiye! Anlıyor musun? Bugün harpte kazandığın paşalığı alacaklar, bir belki de iki rütbe kaybedeceksin. Artık bize her şey düşman. Ben çok düşündüm. Neyimiz varsa birleştiririz, ne mümkünse alırız. Kâzım ağa İsmet ağa ben başka türlüsünü göremiyorum Kâzım. Sen de bir iyi düşün.”
“İsmet ben kararımı vermiş bulunuyorum. Bütün bu şeyleri vaktile Çanakkaleden içeri sokmamıştık. Nazarımda bostan korkuluğu gibi duruyorlar. Biz ölümü göze alınca hepsini yine dışarı atarız. Milletin mahvolduğunu görmek zilletindense (alçaklığındansa) yaşadığını görerek ölmek daha Türkçe olur. Ben dün boğazdan gelirken ahdımı verdim ( yemin ettim). Tek bile kalsam veya tek dağ başı dahi kalsa uğraşmak. Silahımı, üniformamı kimseye vermeyeceğim. Azim ve tedbir her ümide yol açar. Vaziyeti sen de anlarsın.”
“ Kâzım, millete karşı mümkün olanı yapalım fakat yapılamayacaktan fayda yoktur. Vaziyeti sen de anlarsın.” ( İstiklâl Harbimiz, s.7)
Bundan sonra Karabekir Paşa Anadolu’ya geçmekten söz ediyor ve Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliğiyle Samsun’a gelişini, Karabekir Paşa’ya şu telgrafla bildiriyordu:
21/ 5 / 1335 (1919)
Samsun
“ Erzurumda Onbeşinci Kolordu Kumandanı Paşa (Karabekir) Hazretlerine
Ahvali umumiyemizin (genel durumumuz) almakta olduğu şekli vahimden (kötü şekil) pek müteeelim ve müteessirim (üzüntülü ve etkilenmişim). Millet ve memlekete medyun (borçlu) olduğumuz en son vazifei vicdaniyeyi yakından mesai-i müştereke (elbirliği) ile en iyi ifa etmek mümkün olacağı kanaatile bu son memuriyeti kabul ettim. (Demek ki kendi kafasıyla Samsun’a gitmiyor, onu görevlendiren birileri var ve bu Padişah Vahdettin’dir.) Bir an evvel zatıâlinizle mülaki olmak (buluşmak) arzusundayım. Ancak Samsun ve havalisinin vaziyeti asayişsizliği yüzünden fena bir akıbete duçar olmak mahiyetindedir. Gözlerinizden öperim.”
9 uncu Ordu Kıtaatı Müfettişi
Fahri Yaver Hazreti Şehriyarî (Hazreti Padişah’ın emir subayı)
Mirliva Mustafa Kemal
Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a getiren Vapurda kimler var? Karabekir Paşa onların bir kısmının adlarını da yazıyor:
“ Miralay Refet Bey, Manastırlı Kâzım Bey, Kaymakam Arif Bey, Binbaşı Hüsrev Bey, Doktor Miralay İbrahim Tali Bey, Doktor Binbaşı Refik Bey, Rauf Bey, Mutasarrıf Süreyya Bey, Gazeteci Recep Zühtü Bey, Yüzbaşı Tufan Bey ve birkaç yaver.” (a.g.e S, 32)
Ne yazık ki 1927’de yazdığı (söylediği) Nutuk’ta bunların aynısı yoktur. Ve Karabekir Paşa da 1925’ten 1938’e kadar ev hapsindedir.
Tarihimizi ne kadar biliyoruz? Kimler yazmışsa, onları biliyoruz sadece. Bilmeye çalışsak da bilemiyoruz; çünkü okur- yazar değiliz. Tarihte başımıza gelenleri doğru bir şekilde bilemezsek, bugünü de yarını da anlayamayız. Başımıza gelenleri doğru bir şekilde değerlendiremeyiz. Tarih yapmaktan tarih yazmak daha zor ve siyasidir. Bugün yaşadıklarımızı, tarihimizden bağımsız mı sanıyoruz?
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT